
“…SONBAHAR…”
Karanlık sadece gündüzün bitmesiyle başlamaz. Bazen ışığın kaybolması ya da umutsuzluğun hakimiyeti de gece sayılır.
Çarenin tükenmesi ölmeye eşdeğerdir. Ölümün kurtuluş olması bazen mukadder midir acaba? Yaşamıyor gibi yaşamak, ölmeden önce ölmek bizim de zihnimizi meşgul eden, edecek garip bir cilvesi midir kaderin?
“Keder” anlamını yitirir mi hiç?
Tutan ellerin tutmaz, yürüyen ayakların yürümez, gören gözlerin görmez olması başlı başına bir nasihat değil midir, kişilere?
Çoğunun uğrayacağı puslu bir istasyon olsa gerek ihtiyarlık. Tüm nimetleri sonlandıran belki de, manasızlaştıran bir nihayet…
Biraz sonrasının anlamını yitirdiği bir hayat düşünebiliyor musunuz? Ümidin yokluklara, umutsuzluğa, çaresizliğe bağlandığı bir yaşantı.
Hani koca şair M. Akif ömrünün son demlerinde Rabbine edebi bir üslupla yalvarıyordu ya;
“Çöz de artık ömrümün kör düğüm olmuş bağını
Bana çok görme ilahi bir avuç toprağını…” işte hatırdan çıkarılmaması gereken ve her insanın başına gelebilecek bir hal…
İhtiyarlık…
Resmedilecek olan gerçekten bir kesit olsa da, müstakbel failleri bu yazıyı yazandır, ya da okuyan.
Nazım Amca…
Korumasız, güçsüz, zayıf ve halsiz…
Belli ki rahat edemediği bir yerlerden geliyordu. Zaten bu yaşta rahatlığın lafı nasıl edilirdi ki. Hareket eden dudakları kime ne söylediği hakkında bir takım kanaatler uyandırıyordu sanki.
Elinde bastonuyla, rüzgara uğramış kuru bir yaprağı andıran vaziyet…
Bir o yana bir bu yana sallanır gibi yürümeye çalışan bir adam…
Gözlerinde yaşlılığın verdiği, korkuya benzeyen derinlik, etrafa tereddütlü bakışlar, sanki kendisini bu dünyada fazlalık olarak görür gibi bir hissiyat…
Ağır bir hastalığa yakalanmış gibiydi… Oturacağı masayı seçmeye çalışıyordu ama ürkekliği yüzüne, vücuduna sinmişti.
Halsizdi…
Dayandığı bastonu da adeta onu zor çekiyordu.
“Buyur amca!” diyecek birilerini arıyordu, arar gibiydi. Kaşlarının altından insana mı, boşluğa mı baktığı belli olmayan bir nazarla sağı solu kolaçan ediyordu. Attığı adımlarla ancak karınca hızıyla gidilebilirdi. O da öyle yapıyordu zaten. Bir yabancı gibi sağa sola bakıyor, uzanacak bir yardım eli arıyordu… Baygınlıkla, uyanıklık arası bir haldi onunkisi. Bilinen bir şey yoktu amma, gören dert yüklü bir kişi olarak telakki ederdi… Koca ömrün yorgunluğu üstüne binmiş kıvrandırıyordu ihtiyarı…
Zaman sonra aradığı sesi buldu.
“Amca buyur!” Dedi lokantacı, tok ama müşfik bir sesle. Sanki onu canlandırmaya çalışmıştı.
İrkilmedi… Bekliyordu çünkü. Bir şeyler mırıldanır gibi oldu ancak sesi uğultuya karıştı. Dediğini anlayan olmadı. Beyaz kıyafetli fırın başındaki usta, amcaya yaklaştı, ağzını kulaklarına getirerek tekrar “Buyur amca!” dedi. Bastonuna dayandı, rahatsız olur gibi oldu, ağır yük taşımış bir hamal edasıyla belini doğrultmaya çalıştı, nefes aldı gerildi ve fısıltıyla karışık:
“Nereye oturayım evladım?” dedi.
Sesinde ihtiyarlığın verdiği bir naiflik, sözlerinde halsiz bir hırıltı vardı.
Elinden tutuldu, lokantanın ortasına yakın bir yere fırıncı eşliğinde oturması sağlandı. Rahatlamış görünüyordu. Ama gene de bir ürkeklik seziliyordu bakışlarında. Karşısında duranları tanımaya çalışırmış gibi uzun süreli süzdü, tanıdığı birilerinin olmadığına kanaat getirdiği sırada garsonun sözüyle hayata döndü:
“Ne verelim amca?”
Başını yavaşça sesin geldiği tarafa çevirdi, yüzündeki derin kıvrımlar sanki bir anlık yer değiştirdi belli ki bu ses onu mutlu etmişti. Neler var diyecek gibi oldu, demedi. Hiçbir şeyin tadı kalmamıştı ki. Zaten her şeyi yemeye dişleri de elvermiyordu artık. Küsmüş gibiydi dünyaya ve onun nimetlerine. Ama işte gene de yemeden durulmuyordu. Neyiniz var demedi. “Etli bir şeyler olsun, iyi pişsin emi” diye geveledi.
Alnındaki çizgiler, gözlerindeki çaresizlik, yüzündeki bitmişlik hali yılların biriktirdiği yorgunluğun fotoğrafı gibiydi. Garsona bakan gözleri açlığının derecesini anlatıyordu adeta. Her şeye biganeydi, odaklandığı noktadan yemeğin gelmesini bekliyordu.
Neden sonra gelen yemeğe şöyle bir baktı. “Ah gençlik” diye içinden geçirdi herhalde. Elleri kaşığa uzanırken, açlığın verdiği isteğe, ihtiyarlığın verdiği güçsüzlük direniyordu sanki. Birkaç kaşık aldı, yorulmuştu. Kaşığı bırakıp, kollarını masaya koyarak derin bir oh çekti. Biraz sonra bir daha davrandı, üç beş lokma yemek, bir iki lokma ekmek titreyen ellerin nezaretinde yenmeye çalışılsa da ne yemeğin tadı vardı ne de ekmeğin.
Yokuş tırmanmıştı sanki. Boynu hafif aşağıya büküldü, gözlerini uzaklara hem de çok uzaklara dikti. Dakikalarca öylece kalakaldı…
Belki de hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordur. Ömrünün baharını dünyaya, çoluğuna-çocuğuna adamıştı. Nimetlerin tadı varken mal mülk biriktirmek, daha şatafatlı yaşamak için doğru dürüst bir lokantaya bile gidememişti. Gittiği zaman ise yazık ki adeta nimetlerin tadı bozulmuştu. Bir şeyler yemek içinden gelmiyordu…
Nazım Amcayı izleyenler, ihtiyarlığın nimetleri nasıl bozduğunu düşünmeye başladıklarından “Hasbünallahü ve ni’mel vekil”(Allah ne güzel vekildir, O bize yeter) diyorlardı içlerinden. Ağızlarının tadı bozulduğu için yedikleri yemekten hiç bir şey anlamadılar
Abdulbaki Murat
Çok güzel ve duygulu bir yazı ,çook beğendim okurken düşündürdü, yüreğine ve kalemine sağlık…