İslam Büyüklerine Göre Tasavvuf
Ma’rûf El-Kerhî
Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır. Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalışmaktır.
Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terk etmektir.
Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk, yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; arif tetkik ile mükelleftir.
Seriyy-i Sakatî
Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir:
1) İlim ve takva: Meşhur büyük mürşitlerin hemen hepsi, tarikat yolunda ilmi öne almışlardır. Çünkü ilimsiz yola çıkılmaz; çıkan yolu sapıtabilir. İlim, öncünün elindeki en kuvvetli ışıktır. İlimsiz amel hederdir.
“Allah, cahili asla veli edinmez.”
“Kulları arasında ancak âlim ve arif olanlar Allah’ı haşyetle ta’zim ederler.” buyurmuştur.
2) Kitab ve sünnetten ayrılmamak.
3) Kendisine münkeşif (keşfedilmiş) olan hakâyıkı (hakikati) her zaman, herkese, her yerde açıklamaz; zamanını yerini ve adamını bilir.
Ebû’l-Hüseyin En-Nuri
Tasavvuf, kendi isteklerini bırakıp, Hakk’ın takdirine razı olmaktır. Çünkü insanın emellerinin sonu yoktur, birini elde etse, gönlü diğerine takılır. Bu suretle de kalp Hak’tan cüda (çok sevdiği şeylerden ayrı kalmış olan) kalır. Bundan dolayı emele, elem bozuntusu demişlerdir. Her emel tahakkukuna kadar insana elem verir. Her emelin nihayeti, başka bir emelin bidayetidir (başlangıç). Bu suretle emel silsilesi ölünceye kadar devam eder. Emeller terk edilince, Hakk’a bağlanılmış olur.
Emelin terki dünyayı, işi gücü, vücudu, nefsini ihmal etmek demek değildir. Hayatın tabiî icaptan hiçbir zaman terk edilemez. Eldeki nimete şükrü bırakıp, daha fazlasını istemek, emel peşinden koşmaktır. Eğer eldekine hakkıyla şükür edilse Cenab-ı Hak nimetini artıracağını beyan buyuruyor: “Rabbiniz: Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz, bilin ki azabım pek çetindir.” diye bildirmişti.
Şükrün ne olduğunu iyi bilmek lazımdır. Yemek yiyip, bittikten sonra “Ya Rabbi şükür el-hamdülillah” demekle şükür ifa edilmiş olmaz. “Şükür odur ki, her aza ne için yaratılmış ise, ona sarf etmektir.”
Her nimetin şükrü kendi cinsiyle eda edilir. Nasıl ki zekât vermek, sadaka vermek yani maddeten yardım yaparak iyilik etmek suretiyle servetin şükrü eda edilirse, bir sofrada kendini ve aile efradını doyuracak bir kap yemeğin yerine, mesela üç kap yemek yer ve bir kap yemeği bulamayan yakını, komşusu veya tanıdığını düşünmez, onları doyurmaya çalışmaz, gece sabahlara kadar ve iki yemek arasında ağzıyla binlerce defa “Ya Rabbi şükür” dese, hiçbir zaman şükrünü eda etmiş olmaz.
Her öğün etini, sebzesini, tatlısını Hakk’ın lütfüyle temin etmiş olan kimse, eğer takva yolunda yaşamak ve bir amel-i salih icra etmek ve cemiyete karşı sorumluluğundan kurtulmakistiyorsa, bir gün et, bir gün sebze, bir gün tatlı yiyerek, diğer iki nimeti münavebe (nöbetleşme) ile ihtiyaç sahiplerine yedirecektir. Bunu, Hakk’ın rızası için yapmak en büyük sofuluktur.
Böyle yapan: “Onlar, içleri çektiği halde, yiyeceği, yoksula, öksüze ve esire yedirirler.” ayet-i kerimesinin sırrına mazhar olur ve: “Mallarını Allah yolunda sarf edip, sonra sarf ettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eza etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” saffında bulunanlar arasına girer ki, işte evliyâullah bu zümreye dâhil olanlardır.
Murat Göksoy