Bundan tam 74 sene önce (1937–38) Dersim’de13 binden fazla insanın canına mâlolan bir operasyon gerçekleştirildi.
Geçmişimizle Yüzleşme Bizi Tabuların Esiri Olmaktan Kurtaracaktır
Bundan tam 74 sene önce (1937–38) Dersim’de13 binden fazla insanın canına mâlolan bir operasyon gerçekleştirildi. Gerekçesi ise ‘isyan’ olarak kamuoyuna sunuldu. Dersim olayları daha önce de gündeme gelmişti. Ancak CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’ün açıklamaları ile yakın tarihin karanlık sayfalarında saklanan bu konu ciddi olarak tartışılmaya başladı. Konuyla ilgili Mecliste bir araştırma komisyonu kurulması, halkın üzerine bomba attığı kaydedilen ilk kadın pilot Sabiha Gökçen’in adının havaalanından kaldırılması gibi öneriler dillendirildi. Daha da ilerisi operasyonun uygulayıcıları arasındaki Sabiha Gökçen’i eleştirmekten daha da öteye gidilip asıl emri veren Mustafa Kemal’i önplana alıp, tartışılması gerektiği de ifade edildi. Ve böylece kanayan bir yara olan Dersim vesilesiyle yakın tarihimizdeki birçok konu da bilinmeyen yönleriyle tartışılmaya başladı. Gündemi çabuk değişen Türkiye’de bu konuların ömrü ne kadar olacak bilinmez, ama yine de, yakın tarihe dair bu tartışmaların başlaması bile olumlu değerlendiriliyor. Zira tek parti dönemi tartışılmadan daha doğru bir ifadeyle ‘kemalizm’ olarak isimlendirdiğimiz düşünce sorgulanmadan Türkiye ağırlıklarından kurtulamayacaktır. Yakın tarihin karanlıkta kalan ve de üzeri örtülen konuları ve bunların sonucunda ortaya çıkan problemleri Princeton Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Bölüm Başkanı Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’na sorduk.
-Şimdiye kadar üzeri örtülen birçok sorunu var Türkiye’nin. Dersim olayları, İstiklal mahkemeleri, Ermeni tehciri, Kürt meselesi vs. bütün bu problemlerin ana kaynağı sizce nedir?
Zannedersem sormak istediğiniz bu sorunların ana kaynağı değil onların neden “üzerinin örtüldüğü.” Bunun iki temel nedeni var. Bunlardan birincisi tarihe atfedilen aşırı önem. Bu nedenle toplumun ve daha da önemli olarak devletin tarihinin “mükemmel” olmasının gerektiği genel bir kabul görüyor ve fazla sorgulanmıyor. İlginç bir şekilde günümüzde pek çok sorunun olduğunu, yanlış siyasetler uygulandığını kabul etmemize karşılık, tarihimizde bunun geçerli olmadığını, onun “mükemmel” olduğunu düşünebiliyoruz. Belirli olayların üzerinin örtülmesi de bu mükemmelliği sağlayabilme arzusunun zorunlu kıldığı bir uygulama. Bu nedenle geçmişimizi, kendi bağlamına oturtarak “tarihselleştirme” yerine onu günümüzü ondan sapma olarak değerlendirebilmemize yardım edecek bir “altın çağ” haline getirmeyi tercih ediyoruz. Bu tercihi yaptığınız andan itibaren geçmişi “sterilize” etmeniz gerekiyor. Bunun için yapabildiğiniz ölçüde “üstünü örtüyorsunuz,” bu yapılamaz hale geldiğinde ise “olmuştur; ama . . .” açıklamaları getirmeye çalışıyorsunuz. “Üstünü örtme” faaliyetinin ikinci temel nedeni ise devletin vatandaşı beşikten mezara toplumsallaştırma arzusudur. Her toplum vatandaşlarını toplumsallaştırıyor. Amerikalı çocuklar da ilkokulda Washington’un “kiraz ağacı” hikâyesini öğreniyorlar; ama toplumda “tarihî Washington” ile ilgili her türlü bilgiye ulaşmak mümkün. Bizde ise devlet vatandaşlarını ölene kadar bu tür “bilgiler” ile toplumsallaştırmaya çalışıyor. Aksi taktirde “bütünlük”ün tehlikeye gireceğini düşünüyor. Bunu yapmaya çalıştığınız zaman da tarih hep ideal durumlardan oluşan bir tür “menâkıb” iletisine dönüşüyor. Bunun içinde pürüzlere, yanlışlıklara yer yok.
-Geçmişte ne yapılmışsa bu bir katliam olsa bile hikmeti hükümet denilip susulmuş, üzeri örtülmüş. Geçmişte çalkantılı dönemler yaşamış Türkiye. İttihat ve Terakki, 31 Mart olayları, İstiklal Mahkemeleri, Çerkez Ethem ayaklanması vs… Şimdilerde Dersim tartışmaları ile başlayan tarihimizle ilgili bilinmeyen gerçeklerin gün yüzüne çıkma süreci söz konusu. Tarihimizle yüzleşmemiz için neler yapılmalıdır?
Tarihle yüzleşebilmek için her şeyden önce geçmişi “tarihselleştirmeniz” lâzım. Bunu yapmadığınız, tarihi “kutsal” bir yol gösterici ve her şeyin “mükemmel” olduğu bir “altın çağ” haline getirdiğiniz, onu içinde yaşanılan “an”ın parçası olmaktan çıkaramadığınız zaman tarihinizle yüzleşemiyorsunuz. Biz henüz bu aşamanın başındayız. Onun için önümüzde oldukça uzun bir yol var. Tarihin uzun süre devlet tarafından kurulan bir resmî kurum tarafından üretildiği, gene yıllarca eleştirilmesi mümkün olmayan bir “resmî tarih” tezinin varolduğu bir toplumda bu çok da şaşırtıcı değil. İkinci olarak “tekil” tarih anlayışından vazgeçerek “farklı” tarihlerin olabileceğini, tarihte doğa bilimleri benzeri bir “kesinlik” olmadığını, tarihin bir “yeniden inşa süreci” olduğunu kavrayabilmemiz gerekli. Bu alanda da henüz işin başlarında olduğumuzu söyleyebiliriz. Bütün bunlar da demokratikleşme ile yakından alâkalı. Hatırlamamız gerekirse, Türkiye’de İstiklâl Harbi ve Erken Cumhuriyet dönemine ait hatıratlar ancak nispî bir çoğulculuğa yöneldiğimiz 1946 sonrasında yayınlanabildi. Son on yıldır daha evvel tabu olan bazı konuları da tartışabilmemizin nedeni de demokratikleşme alanında biraz olsun yol alabilmiş olmamızdır. Ancak bu alanda da daha yapılacak çok iş olduğunu söylememiz yanlış olmaz.
Bu yüzleşme geleceğimizi nasıl şekillendirecektir?
Bunu yapabildiğimizde, ki ben bunun kısa vâdede değil uzun vâdede gerçekleştirilebileceğine inanıyorum, “mükemmel” bir tarihe sahip olmayacağız; ama geçmişimizi bir laboratuvar olarak kullanmamız mümkün olacak. Yâni geçmişimizle sadece övünme yerine ondan dersler çıkarabileceğiz. Bunun da ötesinde, zannedilenin tersine, geçmişimizle yüzleşmemiz günümüzde bizi esiri kılan tabulardan kurtulmamızı da sağlayarak daha huzurlu, kendisiyle barışık bir toplum yaratacaktır.
Dersimle başlayan tartışmalar Türkiye’nin yakın geçmişine ışık tuttu. Şimdilerde İstiklal Mahkemeleri de tartışılıyor. İstiklal Mahkemeleri neden kuruldu? İstiklal Mahkemeleri Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini ne şekilde etkilemiştir?
Bu tartışmaların etkisi üzerinde dururken, “kolektif hafıza” ile “resmî tarih” arasında açık biçimde ortaya konulan mücadelenin önemine değinmek gerekir. Bu mücadele hep vardı; ama açıkça, toplum önünde yapılmasına izin verilmiyordu. İstiklâl Mahkemeleri 1920’de savaş koşulları içinde kurulmuş olan ve temel amacı asker firarileri, isyancılar ve casuslar ile uğraşmak olan olağanüstü mahkemelerdi. Bu mahkemeler konvansiyonel karakterli Meclis’e yürütme ve yasamanın yanı sıra yargıyı da bir oranda kontrol imkânı veriyordu. Daha sonra ise Erken Cumhuriyet döneminde bu mahkemeler rejimin yerleştirilmesi ve uygulamalarının eleştirilmesinin önlenmesi amacıyla kullanıldı. Bu mahkemeler 1927 yılına gelinde Tek Parti rejimi kendi zeminini sağlamlaştırdığı, muhalefet de imkânsızlaştığı için işlevsiz hale geldiler. Bu mahkemeler İstiklâl Harbi sonrasında otokratik rejime geçiş ve muhalefetin ortadan kaldırılmasını sağlamışlardır. 1946 sonrasında bile Recep Peker İstiklâl Mahkemeleri Kanunu’nun yürürlükten kaldırılmamış olduğunu söyleyerek (Kanun 1949 yılında yürürlükten kaldırıldı) muhalefeti tehdit ediyordu.
İstiklâl Mahkemeleri gibi yakın tarihe ait birçok kayıtlar neden gizli tutuluyor?
İstiklâl Mahkemesi ile ilgili olarak zabıtların gizli tutulmasından ziyade “herkese açık olmaması” söz konusu. Çünkü bu zabıtlar kullanılarak kaleme alınmış çalışmalar mevcut. Basından izleyebildiğim kadarıyla bu mahkemelerin zabıtları üzerine kapsamlı bir çalışma da sürdürülüyor ve yakında yayınlanmaları da mümkün olabilecek. Sorunuzun genel olarak geçmişe yönelik kayıtların “gizliliği” hakkındaki kısmına gelince, iş gene “tarihselleştirememe” noktasında düğümleniyor. Geçmişi “ideal” bir dönem olarak yeniden inşa edip onu her şeyin mükemmel olduğu bir “altın çağ” olarak olarak kavramsallaştırdığınız zaman, buna aykırı olabilecek her türlü bilgiyi de gizli tutmaya çalışıyorsunuz. Bunu söylerken bunun geçmişinin de olduğunu belirtmek gerekiyor. Meselâ tarihçi Necib Âsım (Yazıksız), Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin Selimağa Kütüphanesi’ndeki yazma nüshasında Sultan Genç Osman’ın Yeniçeriler tarafından katledilmeden önce uğradığı saldırıları anlatan sahifelerini “yeni nesillerin öğrenmemeleri için” yırtarak imha etmişti.
Günümüz insanı özellikle gençler, geçmişi konusunda son derece zayıf, sığ ve eksik-hatalı bilgilere sahip. Bu konuda gençlere tavsiyeniz ne olur?
Yapabileceğim nâçizâne tavsiye “tarihin bir inşa faaliyeti” olduğunu hep akıllarında tutmaları, “tekil” bir tarihin kendilerini “aydınlatmasını” ve tarihten doğa bilimlerininkine benzer işlevler beklememeleri olur.”
Şu anda Türkiye’nin yaşadığı sorunlara koşut olarak yeni anayasa nasıl olmalı? Ne ön plana alınmalı? Nelerden vazgeçilmeli?
Türkiye’nin bir anti-anayasa olarak tanımlanması mümkün 1982 Anayasası’ndan kurtulması gereklidir. Öncelik devlet değil birey merkezli, devletin menfaatlerini değil insan haklarını öne çıkaran bir anayasanın yapılmasıdır. Maalesef söz konusu anayasadan herkesin şikâyetçi olmasına karşın onun yerine özgürlükleri temel alan bir anayasanın yapılması otuz yıllık bir süreçte gerçekleştirilemedi. Bu da bir kurum olarak “siyaset”in ciddî bir başarısızlığıdır.
Fatma Yılmaz’ın roportajı