Abdulbaki MURAT
NASIL YAŞIYORUZ?
“İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız” (Hz. Ömer)
Gündelik olaylara kendimizi o kadar çok kaptırmışız ki neredeyse düşünmeden yaşamaya başlamışız. Bizimle ilgisi olmayan, bizi ilgilendirmeyen pek çok sun’ i gündem sanki asli meselemizmiş gibi alakadar ediyor bizi.
Bizi ilgilendiren, hayatımızla ilgili olan şeylere meyletmeliyiz daha çok.
Spor gündeminden örnek verelim.
Pazar günlerini neredeyse tamamen spora ayırıyoruz. Belki biz ayırmıyoruz ancak TV ve diğer iletişim araçları bunu bize yaptırmaktadır. Peki kaçımız spordan menfaatlenmektedir?
Konuştuğumuz, düşündüğümüz kadar spor gündemine (spora değil) ihtiyacımız bulunmakta mıdır?
Biz bu sporu kendimiz mi yapıyoruz?
İşi abartıp holiganlığa vuranlar, çoluğun çocuğun rızkını maça gidiyoruz-eğleniyoruz diyerek buralara yatırıp perişanlık çekenler yazık etmiyorlar mı kendilerine?
Öte yandan birileri de futbolu yazık ki afyon gibi kullanma/kullandırma yolunu seçerek kazanacakları büyük paralara pek çok değeri heba etmektedirler.
Alkışlanan, peşinde koşulan, ismi/resmi taşınan bir sürü futbolcu topluma örneklik teşkil edebilecek ahlaka sahip midir acaba?
Güzel hareketlerle medyaya mal olan üç beş futbolcu dışında, topluma, gençlere örnek olabilecek davranış sergileyen kaç kişi sayabilirsiniz?
Bilinçsizliğimize başka örnekler de verebiliriz.
Bir takım siyasi partilere körü körüne payandalık yapanlar, birileri için kendilerini yıpratanlar, amaçları değil araçları kavga zeminine taşıyanlar ne kadar akıllıca iş yapıyorlardır sizce?
Üç beş kişinin kışkırtmasıyla hareket edip bilinçsizce davranış sergileyenler, kraldan çok kralcı takılanlar, başkasının aklıyla iş yapanlar geleceklerini kendi elleriyle köreltmektedirler ne yazık ki…
Başkasının işini bozmaya çalışanlar, kıskançlık peşinde koşmaktan gıbta etmeyi unutanlar, inancının gerekliliklerini düşünmeyenler bu hayatın daimi olduğunu mu düşünüyorlar acaba?
Konuştuğu zaman dinden, imandan bahseden, ancak eline kutsal kitabı hiç almayanlar, orada neler söylendiğini düşünmeyenler ve merak da etmeyenler, gündelik gaileleri ebedi zannedenler, kalp kırıp gönül yıkanlar, “hep bana” olsun diye mağrurlanıp gezenler bu çabalamanın bir gün sona ereceğini mutlaka düşünmelidirler.
Hayat dendiğinde sıkıntı, modern ifadeyle “stres” akla gelir oldu. “Ne var ne yok?” sorusunun cevabı genelde olumsuz oluyor. Çünkü sun’ i şeylerden gerçeklere zaman ayıramıyoruz. Ağzını açan stresten bahseder oldu.
Stres baskı demek, sonucu ise hastalıktır. Kendi hayatımızı sıkıntılı hale getiriyoruz. Oyunu gerçek zannedip, sonunu fecaatle bitiriyoruz. Ne eğlenmeyi biliyoruz ne de yas tutmayı. Askere giderken eğlence tertipliyoruz, sonucunda ölüler, yaralılar oluyor. Spor yaparken gülüp eğlenmek yerine yaralayıp, ağlatıyoruz.
“Hiç sorunum yok” diyen diyetle, zayıflamayla, cilt bakımıyla kafayı bozuyor. Meşguliyet bulamıyoruz kendimize. TV kültürü esir almış bizi. Sadece bakıyoruz, işlevsiz ve hareketsizce…
Çocuklarımız da ne yazık ki bu şekilde yetişiyor. Saatlerce TV başında neredeyse uyuşana kadar bekliyorlar.
Karşımızdakine şefkatli davranamıyoruz. Başkaları için “ezilecek kişidir” mantığı ile hareket ediyoruz. Kendimizden olana gösterdiğimiz güzelliği, iyiliği başkalarına gelince esirgiyoruz.
Örneğin trafikte, diğerini mutlaka geçmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Tüm yollarda “öncelik bize ait olmalı” mantığını yürütüyoruz. Lüzumsuz korna çalıp, etraftakileri rahatsız edip muhatabımızı ve çevredekileri yok yere taciz ediyoruz. Boş teneke misali çok ses çıkarıyoruz ancak içerikten ve muhtevadan yoksunuz.
Herhangi bir işi yaparken herkes bilirkişi oluveriyor. İşi ehline bırakma gibi bir güzelliğimiz ve özelliğimiz ne yazık ki bulunmamakta. Heleki dini konularda, herkes hoca… İki defa vaaz dinleyen, vaiz oluyor; fetva verip hüküm koyuyor.
Çözüm merkezli olmak dururken sorun çıkaran, problem üreten, işi savsaklayan bireyler fazla ne yazık ki. Yapması gereken işi bile yaparken sanki lutfediyormuş havasına girenler var. Vazifeyi yapmak erdem haline geldi. Halbuki görevi gereği yapılan iş erdem değildir.
İş takipçiliği, tanıdıkla belli yerlere gelme, başkasının hakkını gaspetme, sıraya girme, kul hakkı yeme gibi bozuk anlayışları bir türlü silemiyoruz aklımızdan. Nereye gitsek mutlaka bir tanıdık ararız. Halbuki tanıdığı olmayanlar da o işi yaptırmaktadırlar aslında.
“İşler geç yapılıyor, zaman yetiremiyoruz” laflarının sebebi işini düzgün yapmayan şahıslardır. Yalanı hata olmaktan çıkarmışız. O kadar rahat yalan söyleyen bir toplumuz ki Hz. Peygamber’in “Şaka dahi olsa yalan söylemeyiniz” sözünü tamamen unutmuşuz. Zaten söylediğimiz yalanlar da “beyaz yalan(!)” olduğu için fetvamız da hazırdır kenarda. Yapmaya karar verdiğimiz bir iş için her yolu mübah görüyoruz. Adam sen de bir taneden bir şey olmaz deyip her seferinde yanlışlara yeni katlar ilave ediyoruz.
Listeyi uzatmak mümkün.Hz. Ömer’ in yazımızın başındaki sözü bizim için mihenk taşı mahiyetindedir aslında. Biz Müslümanlar dinimizi iyi öğrenip o inanç esasları üzerine yaşamalıyız, yoksa kafamıza göre takılırsak mutlu olmayı beceremeyiz biline… 28/02/2013
Yazılarınızı beğeniyle okuyorum…Başarılar diliyorum