Toplumsal sorunlarımızı değerlendirdiğimizde, okulun, öğretmenlerin ve okul idarecilerinin görev ve yükümlülüklerinin çok büyük olduğu ortaya çıkar. Eğitimcilerin işi kolay gibi görünebilir, ya da dışarıdan algı böyle olabilir, ama biraz derinlemesine düşünüldüğünde durumun hiç de söylenildiği gibi olmadığı anlaşılır. Hatta onların varlığı zaman zaman öyle önem arzeder ki, öğretmenler, çocukların davranışlarından, yaşantılarından çeşitli çıkarımlar yaparak, çözümler ortaya koyarlar; hayat kurtarırlar.
Aslında öğretmenden beklenen de budur. Onlar pek çok sıkıntı ve problemini çözerek çocuklara/insanlara yardımcı olmanın gayreti içerisinde olmalıdırlar.
Kendi evladı gibi gördükleri öğrencilere, bu “taze çiçeklere” yardımcı olmak, tarifi imkansız bir haz yaşatır, bu geleceğin mimarlarına.
Hal böyle olunca okullarda yaşadığımız olaylar bizlerde iz bırakır bazen…
İşte gene öyle bir an…
Resmi yazılar, istatistikler, öğrenci sorunları gibi okulun sıradan işleriyle uğraşırken odamın kapısı çaldı bir gün…
İki öğrenci kapıyı yavaşça araladıklarında, içeriye girip girmeme konusunda tereddütlü oldukları anlaşılıyordu. Gülümseyerek yüzlerine baktım ve cesaret vermek için ellerimle onları odaya davet ettim.
Birinci aşamayı geçmenin rahatlığını yaşıyorlardı besbelli. Sıcak bir karşılama onları ancak kendilerine getirebilirdi:
“Buyurun çocuklar buyurun, çekinmeden, gelebilirsiniz!” dedim, şefkatli bir baba tavrı ile. Yanlış bir iş yapmadıklarını anlamışlardı sanki.
“Oturun evladım. Belli ki bir sorununuz var, size yardımcı olabilirim” diye de ekledim.
Rahatladılar…
İki kişiydiler, yanındaki de kardeşiydi zahir. Ablasının gölgesinde durur gibi, kendini ona teslim etmişti adeta. En az ablası kadar ürkek duruyor, ona sürtünerek yürüyor, utangaç bakışlarını insanın gözlerinden kaçırıyordu. Abla olanı;
“Şeyy, öğretmenim, babam müdüre bir görün dediydi de onun için geldim” diyebildi titrek, fısıltıya benzer bir sesle.
Konuşması sükut gibiydi. Taa derinlerden gelen bir sükut… Omuzlarında senelerin yükünü taşıyor gibi, yorgun ve bitkin bir görüntü arz ediyordu. Yüreğinin içinde bir ızdırabı yaşıyordu adeta. Öğrencilerde alışık olduğumuz canlılık, hayat doluluk ve heyecan yoktu onlarda. Şakaklarında yorgunluğun emareleri olan, hayattan ümidini kesmiş bir ihtiyarı andırıyordu. Hislere hitap eder gibi bir hali vardı.
“Hayrola kızım müdürü görüp de ne yapacaksın” dedim; önemsiz görür bir eda ile…
Pişman olmuş gibi oldu. Yanlış bir iş yaptığını düşündü bir an. Yüzümdeki sıcaklığı görmese belki de hemen kapıya yönelecekti. Gözlerinin içine bakıp hafif bir gülümseme ile kafamı sallayarak cesaretlendirdim onu. Söylemeye karar verdi:
“Öğretmenim ev kiramızı ödeyemediğimiz için annem ve babam çalışıyor da… Ben bu kardeşimi okula hazırlıyorum. Ama bazen gecikiyoruz. Okula çok defa geç kaldığımız için babam müdüre bir görünün dediydi de…”
Peşpeşe sıraladığı kelimeleri, bu şekilde ifadelendiriverdi.
Donakaldım…
Senin etin ne budun ne ki sen başkasını okula hazırlıyorsun. Sen himmete muhtaç iken başkalarına himmet edebilir misin? Bu yük bu minik bedene ağır gelmez mi?
İlköğretim dörde giden kızımız, üçüncü sınıfa giden kardeşini kaldırıyor, ona kahvaltı yaptırıyor, onu giyindiriyor, okula hazırlıyor ve kendisi de beraber okulun yolunu tutuyorlardı. Akranlarının parkta salıncak kavgası yaptığı, dörde giden bu kızcağız büyümeden anne sorumluluğunu taşımaya çalışıyordu…
Etkilenmemek elde değil…
Eğer o anki konumum olmasa tavan yapan hissiyatım tezahür edebilirdi. Lakin sorun çözme makamındaki ben, şimdi duygusal olamazdım.
Gözlerim çocukların üzerinde gayr-i ihtiyari düşünceye dalmışım;
Bunlar evde tek başlarına duruyorlar. Ders yapmaları gerektiğini söyleyen, onlara örnek olan birileri yok. “Minik kuşlar” belki de bir anne dokunuşuyla, öpücüğüyle hiç uyanamadılar. Annelerine nazlanarak, birkaç defa daha öpüp-koklasın diye uyuma numarası yapamadılar. Annelerinin eline yapışıp, nazlanarak patates kızartması istediklerini hiç söyleyemediler. Şefkatli bir elin, sevgi dolu bir sözün muhatabı hiç olamadılar belki de…
Şimdilik evde zamanlarını TV karşısında geçiriyorlar. Ve ne yazık ki tek örnekleri de bu. Ama ilerde ne olurlar meçhul…
“Sokak çocukları” geldi gözümün önüne. Gecelerini izbe yerlerde geçiren, tünelleri, alt geçitleri mesken edinen, kötü alışkanlıkların her türlüsüne müptela olmuş, fırsat bulduğunda bin türlü suçu işlemeye meyyal, sahipsiz çocuklar…
Onların da birer aileleri mutlaka vardı. Ama sahip çıkılmadığı için bu hale gelmişlerdir. İşte önümde iki örnek duruyor. Toplum bu iki çocuğa sahip olamazsa, “çocukluk saflığını” hala üzerlerinden atmamış bu yavrular yakında mahalle köşesinde beklemeye başlayacaklar, sonra birilerinin “oltasına” takılacaklar ve birer suç makinesi, canavar olarak karşımıza çıkacaklardır.
Anne babaları düşündüm. Ebeveyn olmanın yükümlülüğünü, ağırlığını bilmeden çoluk çocuğa karışan, sonra da bocalayan, evladının ve dolayısıyla toplumun istikbaliyle oynayan anne babaları…
Bir eğitimci olarak kendimi suçladım…
Bahanelerin arkasına sığınarak ilgilenmediğimiz, bu günün çocukları, yarının büyüklerini oluşturacağına göre, bizler mesul değil miyiz bunlardan? Ya da eğitimi sadece okuldan ve öğrenciden ibaret gören, çevreden habersiz bir anlayış doğru olabilir mi hiç?
Oysa BM Çocuk Hakları Sözleşmesi 20.Maddede “Geçici ve sürekli olarak aileden yoksun kalan veya kendi yararına olarak bu ortamda bırakılması kabul edilmeyen her çocuk, devletten özel koruma ve yardım görme hakkına sahip olacaktır.” denilmektedir.
Şimdi sorumlu olmadığımızı iddia edebilir miyiz?
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “çocuğu olan çocuğuna baksın”, “bakamayacaksan doğurmayaydın” sözleri bir çıkış yolu olabilir mi? İçinde yaşadığımız toplumdaki aksaklıklar bir gün bize de yansıyabilir. Kişilerin kötülüğü, toplumun da kötülüğüdür aslında.
“Bize uyuşturucu satanlar ulaşana kadar, annem-babam, öğretmenim ve polis neredeydi!” demişti, Amatem’de[i] tedavi gören bir uyuşturucu bağımlısı.
Bu duygular bir şerit gibi zihnimden geçiverdi. Sorumluluğumuzun ne kadar geniş olduğunu, sadece okuldaki öğrencilerle değil, bunların ailelerinin de problemleriyle ilgilenmemiz gerektiğini, yetemiyorsak ilgili makamlara bunları iletme zorunluluğumuzun olduğunu düşündüm.
Hz. Ömer geldi aklıma;
“Diyar-ı Dicle’de bir kurt kapsa koyunu,
Hak Teala Hz. Ömer’den sorar onu”, diyen sorumluluk örneği halife…
Çalışma alanımızı, yükümlülüğümüzü, işimizi ağırlaştıran, büyüten bir ifade ve anlayış…
İrkildim…
Çocuklara konuyla ilgileneceğimi, geç kalsalar bile mutlaka okula gelmelerini, bunun dışında bir sorunları olduğunda her zaman yanıma gelip benimle görüşebileceklerini söyledim.
Toplumda, çevremizde buna benzer pek çok çocuk olabilir, onlara sadece moral vermek yeterli değildir. Makam-mevki sahibi kimselerin de bu işten haberi olmalı ve bu konuda kapsayıcı bir çalışma yapılmalıdır.
İlkokul ve ortaokullarda Sınıf ve Sınıf Rehber Öğretmenleri vasıtasıyla teferruatlı bir tarama yapılarak durumu bu şekilde olan çocuklar tespit edilmelidir. Velileriyle özel toplantılar yapılarak mahallede kreş/gündüz bakımevi gibi düzenlenecek yerlere bu çocuklar alınabilir. Orada bu çocukların karınları doyurulur, ödevlerine yardımcı olunur, okula hazırlık yaptırılır ve çocuklar okula gönderilir.
Bu işi yaparken öğrenci psikolojisini iyi bilen, pedagojik formasyon sahibi, şefkatli, merhametli insanlarla/psikologlarla çalışılmalıdır ki, yavrular aile sıcaklığını burada bulsunlar. Böylece bu yavrularımızı hem iyi ahlak sahibi hem de vatanını milletini seven kişiler olarak yetiştirmiş oluruz.
Bu çalışma pek çok Avrupa ülkesinde yapılmaktadır ve onlar çocuk bulmakta zorlanmaktadırlar. Bizler ise elimizdeki hazır çocukların hayatlarının kararmasını böyle izlememeliyiz.
“Ayağımıza batan dikenler ya ektiklerimizdir, ya da çıkarmadıklarımızdır” der bir atasözünde.
Bize düşen yollarımıza gül ekmek, dikenleri de güle çevirmek değil midir? 27.04.2013