
ÇÖZÜM SÜRECİ VE DEVLET OTORİTESİ
Devlet ile ilgili kuramsal tartışmalarda genel kabul gören anlayış, John Locke’nin ‘’ Sosyal Sözleşme ‘’ ve jean Jacques Rousseau’nun ‘’ Toplum Sözleşmesi ‘’ kuramlarıdır. Bu kuramlara göre toplumlar Devlet adı verilen birlikteliğe geçmeden önce herkesin eşit olduğu doğa durumundaydı. Ancak insanlar güçlü olanın zayıfı ezdiği, güçlü olanın zayıfı ezdiği doğa durumundan kurtulabilmek için bir sözleşmeyle Devlet çatısı altında toplandılar. Haklarının bir kısmını devlete devrettiler. Karşılığında ise devletin kendilerinin can ve mal güvenliğini korumalarını istediler. Devlet denen örgütlenmenin altında yatan felsefe budur.
Gelelim günümüz Türkiye’sine 30 yılı aşkın bir zamandan beri ülkemizin Doğusu yukarıda anlatılan, toplum sözleşmesinden önceki insanların durumu gibiydi. Feodaliteye benzeri bir toplum yapısında güçlüler karşısında ezilen halk, bir de PKK terörü ile ceberut Devlet arasında sıkışmış, hukukun altüst olduğu bir düzende yaşamak zorunda kalmıştı.
Daha önceki hükümetler, otorite kurmayı tek başına güce başvurmak olarak anladıkları için, terörist ve halk ayırımı yapmayı pek de lüzumlu bulmamış olacaklar ki, önüne geleni ortadan kaldırma yolunu seçmişlerdir. Kurunun yanında yaşın da yandığı bu ortamda halkın devlete olan güveni kalmadığı gibi öfkesi de giderek artmıştır. Tabi bu süreç de derin devlet yapılanması olarak bize takdim edilen yapının büyük rolü olmuştur. Yani kan ve şiddetten nemalanan kesimler, bu kanlı ortamın bitmesini hiç arzulamamışlardır.2002’de Ak Parti’nin iktidar olmasıyla başlayan süreçte, Ak Parti Hükümetleri, iki sene önceye kadar silahlı mücadele seçeneğini daima birinci planda tutmuş, bunu yaparken de evrensel insan hakları bağlamında önemli açılımları gündeme getirmiştir.
Bölgenin ekonomik refahının sağlanması, ana dilde eğitim ve anadilde yayın haklarının verilmesi gibi açılımlar gerçekleştirilmiştir. Ancak çözüm süreci adı verilen süreçte yapılan yanlış, hükümetin terör örgütü ile müzakere yapması ve askeri operasyonları birden bire durdurmasıdır.
Bir yandan bölge insanına yönelik demokratik adımlar atarken, bir yandan da askeri operasyonlara devam edilmesi gerekirken, terör örgütüne ağır kayıpların verdirildiği, terör örgütünün çözülme sürecine girdiği bir dönemde operasyonları durdurmak, halkın algıladığı tabirle terör örgütüyle üstü kapalı bir ateşkes sürecine girmek hata olmuştur.
Bu süreçte şartlar ne olursa olsun muhatap alınması gerekenler, Kürtlerin örgütlendiği yasal siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri olmalıydı. PKK’yı bunların silahlı gücüymüş gibi bir algılamaya yer verilmemesi gerekirdi. Yani demokratik adınlar atılırken devlet otoritesine başkaldıran unsurlarla mücadele devam etmeliydi. Peki edilmedi de ne oldu? Şimdi bazıları diyecek ki şehit cenazeleri gelmiyor, analar ağlamıyor. Peki Diyarbakır Belediyesi’nin önünde çocukları kaçırılan anaların gözyaşlarına ne diyeceksiniz? Onlar anne değil mi? Şehit cenazesi gelmesin diye savaşı durdurmak, tarihimizin hangi döneminde görülmüştür?
Bugün sahip olduğumuz vatan toprağının her karışını, Çanakkale’de Sakarya’da ve Dumlupınar’da akan şehit kanlarına borçlu değil miyiz? Elbette şehitlerin gelmesini istemeyiz. Ancak demokratik adımları atarken demokratik adımlarımızı destekleyen operasyonlar sonucu elde edeceğimiz ideal düzeni, bu operasyonlarda akan şehit kanlarına borçlu olmamız, bizim için ilk defa karşılaşılan bir durum mu olurdu?
Hükümetin iyi niyetli politik bir seçenek olarak uygulamaya koyduğu çözüm sürecinin savaşmazlık durumu, maalesef PKK tarafından istismar edilmiştir. Kıymetini bilememişlerdir. Sadece PKK mı? Meclisteki PKK uzantısı Kürt Parti bilmiş midir? Tabi ki bilmemiştir. Aksine hükümetin bu adımını 30 yılı aşkın zamandan beri döktükleri masum kanlarının zaferi karşısında bir geri adım, bir acizlik olarak görmüşlerdir. Hala küstah açıklamalar yapabilmekte, ulusal sabrımızı taşırmaya çalışmaktadırlar. Hala yol kesmeler, kimlik kontrolleri yapmalar, yatırımları sabote etmeler, araçları ve makinelerini yakmalar, adam ve çocuk kaçırmalar devam etmektedir. Yani Doğu Bölgemiz sanki John Locke ve Rousseau’ nun toplumsal sözleşme öncesi devlet otoritesinin olmadığı karışıklık durumunu yaşamaktadır.
Başbakan Erdoğan’ın kaçırılan çocuklarla ilgili olarak BDP’ye yaptığı bu çocukları siz getireceksiniz çağrısı karşılık bulur mu ve eğer çocukları getirmezseniz B ve C planlarımızı uygulamaya sokarız sözleri ne kadar etkili olur bunu zaman gösterecektir. Ancak kaçırılan çocukları bulma görevi, vatandaşının güvenliğini sağlayamayan devletin yani devletin yürütme organı olan hükümetin görevidir. Kimse BDP’yi muhatap almaz. Toplum sözleşmesinde olduğu gibi biz haklarımızı devlete devrederken, devletin de bizi korumasını istemiştik. Dolayısıyla hükümetin aslında hiç kesintiye uğratmaması gerektiği operasyonları, B ve C planlarını çoktan başlatmış olması gerekirdi.
Devletin otoritesini her zaman göstermesi ve her bireye hissettirmesi gerekir. Devlet otoritesinin kaybolmaya başladığı her durum, insanların kendi kendileriyle boğuştuğu anarşik durumlara yol açar.
MUTLU BİLGE 03.06.2014 / BOLU
Mutlu Bey;Çözüm süreci ve devlet otoritesi başlıklı yazınızı beğenerek okudum.Adeta hislerimin tercümanı oldunuz Teşekkür ederim.Kaleminize ve yüreğinize sağlık.Selam,Sevgi ve Saygılarımla efendim.